Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesinin Yargıtay Kararları Işığında Değerlendirilmesi

Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesinin Yargıtay Kararları Işığında Değerlendirilmesi

Yargıtay kararlarında genel olarak ceza yargılaması sonucunda sanık hakkında mahkûmiyet kararı verilebilmesi için “her türlü şüpheden uzak, kesin ve yeterli delil bulunması[1]” gerektiğine değinilmektedir. Yüksek Mahkeme bahsi geçen kavramlara ilişkin bir tanım ve açıklamaya yer vermemekle birlikte, esas itibarıyla suçun sanık tarafından işlendiğinin kesin olarak ispat edilmesi gerektiğine yönelik bir değerlendirme yapmaktadır[2]. Bu kapsamda şüpheden sanık yararlanır ilkesi ile ilgili görüşünü Yargıtay, “Latince “in dubio pro reo” olarak ifade edilen ve masumiyet ( suçsuzluk )karinesinin bir uzantısı olan “şüpheden sanık yararlanır ilkesi” ceza yargılaması hukukunun evrensel nitelikteki önemli ilkelerinden biridir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesine bağlıdır. Şüpheli ve aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak hüküm tesis edilemez. Ceza mahkumiyeti bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, teorikte olsa hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermemelidir. Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermektir” şeklinde ifade etmiştir[3]. Yukarıda sözü edilen kavramlar ile şüpheden sanık yararlanır ilkesi birlikte ele alındığında, kişi özgürlüğünü doğrudan etkileyen ve ağır sonuçlar doğuran mahkûmiyet hükmünün verilebilmesi için sanığın yüklenen suçu işlediğinin sabit olduğuna dair tam bir kanaatin oluşması gerekir.

Ceza yargılamasında somut olayda “hayatın olağan akışına aykırı” hususların olup olmadığı da ayrıca ele alınmalıdır. Nitekim Yargıtay, derece mahkemelerinin kararlarına ilişkin hukuka uygunluk denetimi yaparken çoğu zaman söz konusu ifadeye vurgu yapmaktadır. Mahkemeler dosyalara ilişkin incelemelerinde hem mantık kurallarından hem yaşam tecrübelerinden yararlanarak somut olay hakkında bir kanaate varmaktadır[4]. Bahsi geçen kavram ile şüpheden sanık yararlanır ilkesi birlikte değerlendirildiğinde, sanık tarafından suçun işlendiği yönündeki kabulün mantık kuralları ile yaşam tecrübelerine uygun düşmemesi hâlinde, sanık hakkında artık mahkûmiyet hükmü verilemeyeceği gözetilmelidir. Zira böyle bir durumda, sanığın suçu işleyip işlemediği konusunda şüphenin yenilemediği ve kesin bir kanaate varılamadığı sonucu çıkarılmalıdır.

Yargıtay verdiği bir kararında hem “hayatın olağan akışına aykırı olma” kavramına hem şüpheden sanık yararlanır ilkesine, “Ceza yargılamasının en önemli ilkelerinden biri olan “şüpheden sanık yararlanır” temel hukuk prensibi uyarınca, sanığın bir suçtan cezalandırılması için, suçun tereddüte yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesi gerekir. Oluş şekli kuşkulu ve tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkumiyet hükmü kurulamaz. Yüksek de olsa bir olasılığa dayanılarak sanığı mahkum etmek, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan, varsayıma dayalı olarak hüküm vermek anlamına gelir.

O halde, sanıklarla aralarında husumet bulunan katılanların, herhangi bir delille desteklenmeyen, kanaat vermekten uzak, hayatın olağan akışına uygun düşmeyen, kuşkudan arınmamış, soyut beyanlarına itibar edilemeyeceği nazara alınıp, yüklenen suçların sanıklar tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeniyle sanıklar hakkında açılan kamu davalarından sanıkların CMK’nın 223/2-e madde, fıkra ve bendi gereğince ayrı ayrı beraatlerine karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek, sanıklar hakkında yazılı şekilde mahkumiyet hükümleri kurulması, … Bozmayı gerektirmiş” diyerek değinmiştir[5].

Öte yandan şüpheden sanık yararlanır ilkesi ile ilgili doktrinde “sincap vakıası[6]” olarak anılan ve Yüksek Mahkeme önüne gelen bir olayda, kardeşini öldüren sanık, daha önce kırılan ve bu nedenle naylonla kaplanmış olan camın arkasında hareket eden cismi sincap zannederek ateş ettiğini, net göremediğinden bahisle camın arkasında kardeşinin olduğunu bilmediğini iddia etmiştir. İlk derece mahkemesince olayın oluş şeklinin aydınlatılabilmesi için; olay yerinde keşif yapılmış ve bilirkişi incelemesine başvurulmuş, sanığın görme bozukluğu olup olmadığına dair sağlık raporu alınmış, sanık ile ailesinin ekonomik ve sosyal durumu araştırılmıştır. Ardından olaya ilişkin taraf ile tanıklar dinlendikten ve dosyadaki diğer tüm deliller değerlendirildikten sonra sanık hakkında kasten öldürme suçundan mahkûmiyet hükmü kurulmuştur. Verilen hüküm sanık müdafii ve Cumhuriyet savcısı tarafından sanık lehine temyiz edilmiş, ancak bu aşamada 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girdiğinden sanığın lehine olan Kanunun belirlenmesi amacıyla dosya ilk derece mahkemesine iade edilmiştir. İlk derece mahkemesi, önceki kararında mahkûmiyet hükmüne ilişkin öne sürdüğü gerekçeleri aynen tekrar etmiş ve sanığın öldürme suçunu olası kastla işlediğine dair ek karar vermiştir. Karar bir kez daha sanık lehine temyiz edilmiş ve Özel Daire temyiz incelemesi sonucunda olayda taksirle öldürme suçu oluştuğundan bahisle hükmün bozulmasına karar vermiştir. Bozma kararına karşı ilk derece mahkemesinin önceki kararında direnmesi üzerine dosya Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gönderilmiştir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, kararında, sanığın eylemi sırasında suçun konusu ile ilgili hataya düşmesi nedeniyle doğrudan kastla hareket etmesinin mümkün olmadığını, ayrıca sanığın pencerede bir insan olduğunu öngörmediğinden olayda olası kast ve bilinçli taksirin varlığından söz edilemeyeceğini belirtmiştir. Dolayısıyla sanığın taksirle öldürme suçundan sorumlu tutulması gerektiğini ifade eden Ceza Genel Kurulu, ilk derece mahkemesinin aksine, -şüpheden sanık yararlanır ilkesini dikkate alarak- sanığın olaya ilişkin savunmalarına da itibar edilmesi gerektiğini, “Bu durumda; arada bir husumetin bulunduğu da kanıtlanamadığına göre, görgü tanığı bulunmayan olayda, şahsi hayatında ciddi sorunlar yaşaması nedeniyle dikkatini yeterince toparlayamadığı anlaşılan sanığın “penceredeki cismin ne olduğunu tam olarak algılayamadığını ve onu sincap zannederek ateş ettiğini” ifade ettiği savunmanın aksi dosyadaki diğer delillerle hiçbir kuşkuya yer kalmayacak açıklıkta ortaya konulamamaktadır. Her ne kadar yapılan keşiflerde pencerenin önünde durmakta olan insan ile sincabın birbirinden rahatlıkla ayırt edilebileceği net bir biçimde belirlenmiş ise de, sanığın “ışıklı ortamdan, ışıksız ortama geçmiş olma gibi’ geçici bir nedenle yanlış algılamada bulunmasının mümkün olmadığı da söylenemeyeceğinden, ‘şüpheden sanık yararlanır’ ilkesi gereğince, savunmaya itibar edilmesi gerekir” diyerek açıklamıştır[7].

Somut olayda Yargıtay şüpheden sanık yararlanır ilkesinden yararlanarak sanık lehine yorumda bulunmuşsa da, kanaatimizce Yüksek Mahkeme işbu kararda görevi kapsamında olmamasına[8] rağmen maddi olaya ilişkin tespitlerin doğru olup olmadığı yönünde bir inceleme yapmıştır. Dosyadaki mevcut delillere doğrudan temas etmeyen ve tarafları da huzurunda dinlemeyen Yargıtayın, dosyayı ilk derece mahkemesi gibi ele alarak maddi açıdan denetim yapması yerinde değildir. Doktrinde de ifade edildiği üzere, ilk derece mahkemesi hâkimi delillerin değerlendirilmesinde serbest olup temyiz mahkemesince esasen bu alana müdahale edilmemesi gerekir[9]. Bu doğrultuda 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 217. maddesi gereğince hâkim, duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delilleri vicdani kanaatiyle serbestçe takdir hakkına sahiptir. Ancak önemle belirtmek gerekirse, anılan Kanun maddesi, ilk derece mahkemesince keyfi bir delil değerlendirmesi yapılarak hüküm verilmesi anlamına gelmemektedir. Aksine hâkim, olayı tespit ederken mantık kurallarına uygun davranmalı ve objektif nedenlere dayanarak bir sonuca varmalı, vardığı sonucu da kararında gerekçeleriyle ortaya koymalıdır[10].

Osman Can BAŞDEMİR

[1] Örnekler için bkz. Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 04.11.2019 tarih ve 2019/3231 E. 2019/4626 K. sayılı kararı, Kazancı Hukuk Otomasyon (http://www.kazanci.com) (Erişim Tarihi: 05.01.2020); Yargıtay 20. Ceza Dairesinin 15.10.2019 tarih ve 2018/350 E. 2019/5397 K. sayılı kararı (http://www.kazanci.com), Kazancı Hukuk Otomasyon (Erişim Tarihi: 05.01.2020).

[2] Doğan, Koray: Ceza Muhakemesinde Belirsizlik Kuşkudan Sanık Yararlanır İlkesi, Güncellenmiş 2. Baskı, Ankara 2018, s. 322.

[3] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26.10.2010 tarih ve 2010/8-134 E. 2010/217 K. sayılı kararı, Kazancı Hukuk Otomasyon (http://www.kazanci.com) (Erişim Tarihi: 05.01.2020).

[4] Doğan, s. 322.

[5] Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 03.07.2019 tarih ve 2019/3551 E. 2019/8083 K. sayılı kararı, Kazancı Hukuk Otomasyon (http://www.kazanci.com) (Erişim Tarihi: 05.01.2020).

[6] Doğan, s. 322-323.

[7] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 15.07.2008 tarih ve 2008/1-150 E. 2008/192 K. sayılı kararı, Kazancı Hukuk Otomasyon (http://www.kazanci.com) (Erişim Tarihi: 05.01.2020).

[8] Centel, Nur / Zafer, Hamide: Ceza Muhakemesi Hukuku, Yenilenmiş ve Gözden Geçirilmiş 14. Bası, İstanbul 2017, s. 861; Doğan, s. 324.

[9] Centel / Zafer, s. 861.

[10] Centel / Zafer, s. 862.