Manevi zararla ilgili olarak objektif ve subjektif olmak üzere iki farklı görüş bulunmaktadır. Bu iki görüş kısaca açıklandıktan sonra konuya ilişkin genel bir değerlendirme yapılacaktır.
I. Objektif Görüş
Haksız bir fiil sonucunda zarar görenin şahıs varlığında objektif bir biçimde meydana gelen eksilmeyi manevi zarar olarak nitelendiren görüştür[1]. Bu görüşe göre, kişilik haklarını oluşturan ve hukukun koruduğu değerlere karşı yapılan her saldırı, objektif olarak bir zarara yol açar. Manevi zararın doğması için mağdurun ayrıca acı çekmiş olması gerekmez. Bu görüş doğrultusunda, çekilen acı, elem ve keder ancak manevi zararın sonuçlarını ifade eder. Manevi zararın oluşması için bu duyguların yaşanması olmazsa olmaz koşul değildir.
II. Subjektif Görüş
Objektif görüş, zarar görenin şahıs varlığını oluşturan kişilik değerlerinden birinin saldırıya uğraması ve buna paralel olarak zarar görenin şahıs varlığında eksilmenin meydana gelmesi şeklinde ifade edilmektedir. Subjektif görüş ise, manevi zararın oluşması ve dolayısıyla zararın tazmin edilebilmesi için yalnız başına objektif görüşte aranan koşulların varlığını yeterli görmemektedir. Bu görüşe göre, manevi zararın oluşabilmesi için zarar görenin, kişilik değerlerinden birinin ihlal edilmesi sonucu ortaya çıkan zararı manevi cephesinde de duyumsaması gerekir. Bir diğer ifadeyle, zarar gören manevi varlığında meydana gelen bu eksilmeyi yaşamalı, hissetmeli; zarar görenin bu eksilmeden kaynaklı iç huzuru bozulmalı, yaşama zevkinde bir azalma meydana gelmelidir[2].
III. Görüşlerin Değerlendirilmesi
Manevi zarar konusunda öğretideki hâkim görüş, subjektif görüştür. Tandoğan’ın, manevi zararı bir kimsenin duyduğu cismani ve manevi acı, ıstırap, elem nedeniyle bu kimsenin hayattan tat almasında, yaşama zevkinde bir azalma meydana gelmesi şeklinde tanımlamasından da anlaşılacağı üzere, yazar, subjektif görüşü kabul etmektedir[3]. Tercier ise, bir adım daha ileri giderek, objektif ve subjektif unsurların bir aradaki varlığını yeterli görmeyip, bunların yanında zarar görenin bu azalmanın bilincine varması yani bir nevi ayırt etme gücü gibi, acıyı, elemi ve ızdırabı duyma gücüne sahip olması gerektiğini ifade etmektedir[4].
Lorenz ise, subjektif teoriyi sert bir şekilde eleştirmektedir. Zira yazara göre, ruhsal acı ile ızdırapların varlık ve derecesi bilimsel olarak tam, kesin bir şekilde belirlenemez, ölçülemez; ayrıca insanların psikolojik yapıları, hayat felsefeleri, eğitim düzeyleri gibi ölçütler dolayısıyla olaylar karşısındaki tepkileri çok farklı olduğu için duyulacak acı ve ızdırap kişiden kişiye değişir[5].
Kanaatimiz, Eren’in dile getirdiği gibi, sosyal hayatta her zaman duyulabilecek olan olağan, hafif acı ve ızdırapları ayrıksı tutmak üzere objektif görüşün benimsenmesi yönündedir.
Osman Can BAŞDEMİR
[1] Eren, Fikret, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 21. Bası, Ankara 2017, s. 554; Çetin, Pınar, “Manevi Tazminat Davasının Hukuki Niteliği ve Özellikle Tazminat Miktarının Belirlenmesi”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s. 10-12; Ener, Oğuz Şükrü, “Türk Hukukunda Manevi Tazminatın Niteliği ve Hesaplanması”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2014, s. 16.
[2] Eren, s. 554; Çetin, s. 8-10; Ener, s. 15.
[3] Tandoğan, Haluk, Türk Mes’uliyet Hukuku, 1961 Yılı Birinci Basıdan Tıpkı Bası, İstanbul 2010, s. 330.
[4] Eren, s. 554.
[5] Eren, s. 555.